13 Ekim 2019 Pazar

Deneme Örnekleri - Montaigne Ve Çeşitli Kişilerin Deneme Yazıları

DENEME ÖRNEKLERİ - DENEME YAZISI ÖRNEKLERİ

Montaigne Deneme Örnekleri








Yalnızlık - Montaigne Denemeler

Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara başvurur, ne laflara, ne gösterişlere. Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğru­dan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine takmış, kurşun yağ­muru altında, yıkık bir kale duvarına tır­manıyor bütün hıncıyla; bir başkası, kar­şı tarafta, kan revan içinde, aç susuz sa­vunuyor o kaleyi ölesiye. Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda öle­cekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılını kıpırdatmadan keyif sürmek­tedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, peri­şan, saçı sakalı birbirine karışmış kitap­lıktan çıkıyor gece yarısından sonra. Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir in­san olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok, canım sen de! Ya ölecek o kitaplık­ta ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle kurduğu­nu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazıl­ması gerektiğini. Kim seve seve feda et­miyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımı­zın, adamlarımızın ölümünden de kork­mak zorundayız. Kendi işlerimizden çek­tiğimiz sıkıntı yetmiyormuş gibi komşula­rımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere sokar, bunaltırız kendimizi.

Yalnız yaşamanın bir tek amacı var sanıyorum; o da daha başıboş, daha, rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bir aileyi bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işleri az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş oluyoruz.

Kendimizi İnceleme - Montaigne Denemeler

Her konudan çok kendimi incelerim. Benim metafiziğim de budur, fiziğim de. Qua deus hanc mundi temperet arte domum Qua venit exoriens, qua deficit unde coactis Comibus in plenum menstrua luna redit; Unde salo superant venti, quid flamine captet Eurus, et it nubes unde perennis aqua.
Sit ventura dies mundi quae subruat aries. (Propertius) Bu dünya evini nasıl yürütür tanrı;
Ay nasıl yükselir, ufaldıkça ufalır; 
Her ay nasıl bütünlenir dolunay; 
Deniz üstünde niçin bu yeller, Eurus'un getirdiği; 
Nerden gelir bulutları yapan tükenmez su, günü gelip yıkılacaksa dünya. Quaerite quos agitat mundi labor. (Lucianus) Arayın, siz ki bilmek kaygısındasınız. Ben bu üniversite içinde kendimi bilgisizce ve kaygısızca dünyanın genel yasasına bırakıyorum. Bu yasayı içimde duydum mu yeterince biliyorum sayılır. Benim bilmem, yolunu değiştiremez onun; benim için değişeceği yok mu yasanın. Bunu ummak delilik, bundan derde düşmekse daha büyük bir deliliktir çünkü her yerde bir, herkes için orta malıdır bu yasa. Yöneticinin iyiliği ve gücü bizim yönetim işlerine karışmamızı gerektirmeyecek kadar büyüktür.

Filozofça soruşturmalar, derin düşünmeler merakımızı beslemeye yarar yalnızca. Filozoflar zaten pek haklı olarak doğanın kurallarına uymayı salık verirler bize; ama bu kurallar pek o kadar yüksek bilgiler istemez. Filozoflar aslında uzaklaştırıyor bu kuralları ve doğanın yüzünü bize boya olarak gösteriyorlar; bu yüzden de o kadar bir örnek olan şeyin türlü çeşit bir sürü resimleri çıkıyor ortaya...

Kendini en yalın sadelikle doğaya bırakmak en akıllıca bırakmaktır. İyi yapılı bir kafanın dinlenmesi için bilgisizlik ve ilgisizlik ne tatlı, ne yumuşak, hem de sağlık için ne yararlı bir yastık!

Cicero'yu iyi anlamaktan çok kendimi iyi anlamak isterdim. Kendi üzerimde edindiğim görgü, iyi bir öğrenci olsam, beni adam etmeye yeter de artar bile. Geçirdiği aşırı bir öfkeyi, bu azgınlığın kendisine nelere götürdüğünü aklında tutan kişi, öfkenin çirkinliğini Aristoteles'te okuyacaklarından daha iyi görür ve daha haklı bir nefret duyardı ona karşı. Göze aldığı, savuşturduğu belaları, ne sudan nedenlerle bir durumdan ötekine geçiverdiğini aklında tutanlar, gelecek değişikliklere, durumlarını kavramaya hazırlıklı olurlar. Caesar'ın hayatındaki ibret dersleri bizim hayatımızdakinden daha çok değildir. İmparatorların olsun, halkın olsun herkesin hayatında bütün insanlık durumları vardır. Dinlemesini bilelim yalnız: Ne eksiğimiz olduğunu kendi kendimize hep söylemekteyiz. Bir düşüncesinde kaç kez aldandığını unutmamış insan ne kadar budala olmalı ki kendi düşüncesinden kuşku duymasın. Herkesin kendi kendini tanıması öğüdü ne kadar önemli olmalı ki bilim ve ışık tanrısı Apollon, bize diyeceklerinin özeti olarak onu tapınağının alınlığına yazdırmış. Platon bilgeliğin, bu buyruğu yerine getirmekten başka bir şey olmadığını söyler. Sokrates de bunu Xenophanes diyaloğunda inceden inceye doğrular. Her bilimdeki zorlukları ve karanlık yanı o bilime girenler bilir yalnız. Çükü bilmediğini bilmek için bir hayli anlayış olmalı insanda: Bir kapının kapalı olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekir. (Kitap 1, bölüm 13)

Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim. (Kitap 1, bölüm 20)

Kitaplık Ve Okuma - Montaigne Denemeler

Evde bulunduğum zaman hayatım daha çok kitaplığımda geçer; oradan ev işlerini yönetmek imkanını da bulurum. Giriş kapısının hemen üstündeyim; hem bahçeyi, kümesi, avluyu görürüm, hem de evimin öteki bölümleri içinde sayılırım. Hiçbir düzene uymadan, hiçbir amaç gütmeden bir bu kitabı, bir şu kitabı karıştırırım; zaman olur hayal kurarım, zaman olur kurduğum hayalleri ya kendim yazarım ya da bir aşağı bir yukarı dolaşarak başkasına yazdırırım.

Kitaplığım bir kulenin üçüncü katındadır; birinci katta tapınak, ikinci katta da yalnız kalayım diye sık sık yattığım bir oda ile eklentileri, kitaplığın üstünde ise büyük bir sandık odası vardır. Eskiden kitaplık, evimin lüzumsuz yeriymiş. Bense hayatımın çoğu günlerini, günlerimin de çoğu saatlerini burada geçiriyorum.

Kitaplığım yusyuvarlak bir oda; masamla sandalyemi alacak kadar yer var; bir bakışta kitaplarımın tümünü birden görebileceğim şekilde düzenlenmiş beş raflı dolaplar çember halinde duvarları kaplar. Odanın, on altı adım çapında boşluğa bakan çok geniş ve çok güzel manzaralı üç penceresi var. Kışın daha az bulunurum bu odada; çünkü adından da anlaşılacağı gibi evim bir tepenin üstündedir; hiçbir odası da bu oda kadar yer almaz; bir gayret sarfetmemi gerektirdiği, ıssız bir yerde olduğu için hoşuma gider; böylece, hem çalışmamın verimli olmasını sağlar, hem de topluluktan beni uzak tutar. Oturduğum yer, böyle bir yer işte; orada tam bir egemenlik kurmaya, yalnız orasını karımdan da çocuklarımdan da, toplum hayatının geleneklerinden de uzak tutmaya çalışırım. Başka nerde olursa olsun egemenliğim sözde kalır: aslında zaten şüpheli bir egemenliktir bu. Evinde kendi kendisiyle başbaşa kalacak, kendi kendine övgüler söyleyecek, şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir. Gösterişe düştün olanların bu huyları çok pahalıya oturur onlara; Pazar yerlerindeki heykellere benzerler de ondan: “Büyük başın derdi büyük olur”.

Gençken gösteriş olsun diye okurdum; sonradan, biraz da kendimi yetiştirmek için okumaya incelemeye başladım; şimdi ise vakit geçirmek, oyalanmak için yapıyorum bu işi; çıkarımı sağlamak aklımdan bile geçmedi. Kitaba karşı içimde, beni paradan çıkartan aşırı bir sevgi vardı; yalnız kendi ihtiyacımı karşılamak için değil, üç adım uzaktaki çevremi doldurmak, süslemek içindi bu sevgi; bir hayli oluyor, onu da bıraktım.


Seçmesini bilen için kitabın çok hoş meziyetleri vardır; ama her nimet bir zahmet karşılığıdır; bu zevk de ötekiler gibi belli ve arık değildir; kendisine öz, çok ağır yükleri vardır; okudukça ruh gelişir, ama kalıp, benim hiçbir zaman yüzüstü bırakmadığım kalıp, hareketsiz kalır, yıkılır, ezilir büzülür. İhtiyarlığa yöneldiğim şu anda fazla okumak kadar zararlı, kaçınılması bunun kadar gerekli bir şey bilmiyorum ben.

Yarına İnanmak - Suut Kemal Yetkin

Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve edebiyat ciddiye alınmış, değer taşımıştır. Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde gösterilemez. İkinci savaş sonrası kuşaklarına giren yazarların çoğu, ciddilikten yoksundur. Ünü ucuza mal etmek yüzünden çocuk denecek yaşta olanların bile ağıza alınmaz deyimlerle yüz kızartacak sözde şiirler düzmeye, iri iri laflar ederek eleştirmeler yazmaya kalkıştıklarını görmedik mi? Bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlının “dünya sanatında” diyerek eleştirmesine başladığını okuyunca dünyanın avuca sığacak kadar küçüldüğünü görerek içim burkulmuştu. 

Bizim bildiğimiz medeniyetler sanatı ve edebiyatıyla ölçülür. Eski Yunan medeniyetinden sanatını ve edebiyatını kaldırınız, geriye ne kalır? Yirminci yüzyıl Türk medeniyeti, her halde yukarıdaki anlatmaya çalıştığım bu çeşit eserlerle kurulmayacak. Şairlerimizin, eleştirmecilerimizin, bir kelime ile bütün yazarlarımızın çoğunlukça öteden beri takip ettikleri Fransız edebiyatı Dadaizme (Dadaizm)’den ve bir sürü “isme(izm)” ile biten türedilerinden mi ibarettir? Bunlardan kaçının adı hatıralarda kalmıştır? Ne şiirin, ne sanatın yenisi eskisi olur. Sadece sanat vardır. Hangi şiir Baudelaire’inkilerden daha şiirdir? Yeni kelimesini ağızlarından düşürmeyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü bulunmayanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey kazanılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir. Gelecek günlere, yarına inanmayan toplumların yaşamayacakları gibi yarını, yani sürekliliği düşünerek yazmayanların, yazdıklarının yarın açısından sorumluluğunu taşımayanların yaşayamadıklarını tarih ve edebiyat tarihleri gösteriyor. Ama ne tarihin, ne de edebiyat tarihinin okunduğu var. Ölü doğmuş, iddialı sanat ve edebiyat eserlerinin tarihi yazılsa ciltler yetmeyecek. 

Ben, sanatı ve edebiyatı insan varlığının en kutsal yaratışlarından biri sayarım. Gerçek sanat eserlerinin de, yarına geçecek değerde olduğuna inanan sanatçıların ellerinden çıkmış olanlar arasında bulunacağına inanıyorum. Zaten bana bu satırları yazdıran da bu inanış oldu. Tabii yarını, geleceği masal sayanlar, günü gününe yaşamakla yetinenler, diledikleri gibi düşünüp yazarlar. Bu, onların bileceği iştir.

Edebiyata ilgi duyma ediminin bir etkenlikten ziyade bir tür edilginliğin kompleksi olduğu öteden beri bilinir.Böylece kabul edilmesi gereken noktanın da bir tür alacakaranlık kuşağının özneyi etkisi altına almış olacağıdır.Edebiyatçıya bu gözle bakılmadığı sürece o, gerek yaşamı itibariyle gerekse yazdıkları itibariyle suçlu veya aykırı görülecektir;diğer bir tabirle aykırılığı, yüzeysellerce tespit edilmemişleri edebiyatçı saymak yanlış olmaktadır. 

Sanatçının ontolojik konumu, hayata duyduğu mesafelikle paraleldir;sanatçıysanız herkes gibi duyma,yaşama,düşünme hakiki bir alçalma olur.Bununla birlikte sanatçının seçkinliği aristokrasi ile de örtüşmez;sanatçı alacakaranlık kuşağının öznesi olarak bu flu dünyadan uzak olan her olgunun bir “ölüm” olduğunun farkındadır;o,erotizmden bahsederken de(Sade gibi), dinden bahsederken de(tolstoy) ölümden bahsetmektedir.Kuşkusuz bu ölüm dünyanın eksikliğini duyumsamaktır;öyleyse üslup olarak sanatçı,bir ideolog olamaz,iktidara destek veremez,insani olmayan söylemlere ya ilgi duymaz ya da başkaldırır;tabir yerindeyse alacakaranlıkdan başka bir yerden emir almaz. 

Elbette bütün bu niteliklere ulaşmak gayretle olmaz; zaten sansualizmin baskısı altında yaşayan özne anlamlı tesadüflerle de karşı karşıya gelir;sanatçı,iktidara kafa tutarken de bir karıncayı severken de “bu durum karşısında yapacak başka şey bilmiyorum” diyen kişi olabilir.Öyleyse sanatçı alacakaranlık kuşağının gizemine güvenmek zorundadır;bir de bakarsınız ki bütün tehlikeleri bertaraf etmiş,siteminizi etkin bir hoşgörüye çevirmişsiniz; sitem dünyalık tutkusudur; Tanpınar’ın dediği gibi duygusallık gülünçtür. Şeyh Galib,benim yerime noktayı koysun: 
Aşık da keder neyler
gam halk-ı cihanındır 
Koyma kadehi elden 
söz pir-i muganındır
alacakaranlığın efendisi

Aslan Sütü - Sezai Karakoç

"Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan mürekkeptir". Valery'nin, şairin, ken­dinden önce gelen şairlerle ilgisini anla­tan bir sözü. Fakat bu söz, şiir dışı alan­larda da geçerli. Hele devletler arasında­ki tek prensip bu, fiilen.

Aslanın vücudu böyle. Ama ruhu? İş­te o, tam kendine mahsustur.

Aslan, her şeyden önce kendini ormanların başı olarak bilir. Bu­na inanır ve bunda samimîdir. Demek ki aslan olmanın birinci şartı, aslan olduğuna inanmaktır. Her aslan olduğuna inanan aslan değil­dir; ama her aslan, aslan olduğuna inanır.

Aslan, aslan olduğunu bilmekle kalmaz, bunu bildirir de. Orman­da aslanın aslan olduğunu bilmeyen tek hayvan yoktur. Öbür hay­vanlar için aslanın gözleriyle bile karşılaşmak tehlikelidir. Onu kükre­yişinden tanırlar, ta uzaklardan bile. Görünüşündeki haşmet, bakı­şındaki şiddet, bir yerden geçerken yer çökerten ayaklarıyla çıkarttı­ğı güçlü ses, bir hayvanın üzerine atılıp onu parçalayışından kesin­lik, aslanın aslanlığını apaçık kılan, Süleymaniye'nin bütün parçala­rına sinen mimarî uygunluk gibi aslanı tezatsız yapan özelliklerdir.

Bu, şiirde böyle, resimde böyle, fikirde böyle, şahsiyette böyle; kişiler arasında böyle, topluluklar arasında böyledir.

İlkin aslan olmalı; bunun için de aslan olduğuna inanmalı, aslan­lığın yuva şartlarını kurmalı, aslanın eğitim sistemlerini benimseme­li; çocukları aslan sütü olan "hakikatle beslemelidir.

Bu aslan sütüyle beslemeli. Yoksa aziz bir nimet olan üzümün, yasak bölgeye sürülmüş, dejeneleştirilmiş çocuğu rakıyla değil!

Aslanın en dayanmadığı, aslana en yabancı, en uzak şey, şüp­he ve tereddüttür. Aslan, baştan tırnağa som ve yekpare bir inanma vak'asıdır.

Atalarımız Müslüman Türkler, aslanın sanki insandaki doğuşuydular. Yani insan aslandılar. Bunun için değil midir ki bir Selçuk efsa­nesinde, küçük Alparslan'ı bir şahin kaldırır ve bir aslan emzirir.

Büyük İslâm şairi, Kaside-i Bürdenin büyük mimarı, Kâab bin Züheyr, şiirinde Peygamberi, iç içe aslan yataklarının en içindeki saray­da oturan bir aslanlar ülkesinin başkanı olarak anlatmış değil miydi?

Hz. Ali'nin lâkabı "Allah'ın aslanı" değil miydi?

Yalnız, aslan olabilmek için, nasıl öbür vücutları pençe içinde ha­mur gibi yoğurmak gerekirse, aslan bir topluluk olabilmek için de gel­miş geçmiş kaç kültür ve medeniyet varsa hepsini beynin pençesin­de eritmek, kalbe aslana yakışır bir inanç ve cesurluk yerleştirmek, el, ayak ve vücudu dolaşan bir kanla, bir aslan kanıyla toprağı donat­mak ve sonra o yürek, beyin, ruh ve pençe arasında "aslan ahengi­ni ve dengesi"ni kurmak gerekir.

Kaç zamandır sütten ağzının yandığını söyleyenlerin çoğaldığını görüyoruz. Diyorlar ki: "Artık yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdim, artık her önüme gelene âşık olmak istemiyorum. Hayır şaka yapmıyorum, ciddiyim; artık âşık olmayacağım, olursam da seçici davranmaya özen göstereceğim."

Bu sözler bir zamanların: "Gönül ferman dinlemez" ifadesiyle ortaya konan düşüncenin geçersizleştiğini anlatmak üzere söylenmiş gibidir. Gönlün ferman dinlemediğine inanıldığı bir dönemde, insanlar yalnız kendi kendilerine söz geçiremediklerine değil, aynı zamanda ferman sahibinin (kralın, padişahın..) de ona söz geçiremeyeceğine inanıyorlardı. Bunun sebebi, gönlün, kişinin iradesiyle değil ve fakat kendi ihtiyarınca davranacağına inanılmış olmasıydı. Gönlün ferman dinlememesi, onun buyruk altına alınamaz oluşuyla ilgiliydi: gönül, o dönemde, başına buyruk sayılıyordu. Gönül sevmesinde ya da sevmemesinde, aslında "kendi iradesine" bile bağımlı görünmüyordu. O, sevmeye yöneldiğinde, bu yönelim onun kendi kararı ve iradesiyle vuku bulmuyordu: gönül, kendisi de bilmeden ve farkına varmadan, adeta kozmik bir iradeye boyun eğmiş olarak sevmeye yöneliyordu. Durum böyle olunca, insanların: "Ben sevmeye ya da sevmemeye karar verdim" diyebir cümle kurmaları saçmagörünüyordu İnsanlar severlerse, iradeleri dışında severlerdi. Sevgilinin sevene karşı tavrı bu sevginin yönünü ve yoğunluğunu değiştirmeye güç yetiremezdi: gönül sevdiği sürece severdi, dış etkenler sevgiyi etkilemezdi. Çünkü gönül ferman dinlemezdi.

Bir şeylerin değişmiş olduğu kesin görünüyor, ama değişen şey aslında nedir? Değişen şey aşkın kendisi midir, aşka yüklenen anlam mı­dır, yoksa insanların gönülden anladığı kavram mı değişikliğe uğramıştır?

Gönlüne söz dinletebileceğini söyleyen birinin bir bildiği olduğunu kabul ederek onun bildiği şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırsak, belki bir izah kapısına yol bulabiliriz. Yaklaşık otuz yıl öncesinde: "Ar­tık sevmeyeceğim" diye feryat eden melankolik sesin bize yardımı dokunacağını sanmıyorum. Çünkü o feryat, zahiren öyle söylemek­le birlikte gönlüne ferman dinletmeyi başaramayan bir melankoliği ifade ediyordu. Şimdiyse, böyle konuşanlar, düpedüz ne söylüyorlarsa onu söylüyorlar. Günümüzde: "Artık sevmeyeceğim" diyen birisi, bu suretlekararını ve iradesini beyan etmektedir. Sevmemeye (veya sevmek istiyorsa sevmeye) karar verdiğini bildirmektedir. Böylece, gönlü, onun iradesine boyun eğmektedir. Veya kişi, gönlüne boyun eğdirebilmektedir. Öte yandan insanın davranışlarının, tümüyle onun "bilinci" marifetiyle yönlendirilebilir bir nitelik kazanmıştır, diyebiliriz. Diyebiliriz... Ama acaba insanın fırsatı, insanın ontik yapısı bu iddia­yı doğrular mı?

Kısa Deneme Örnekleri

Sürü Adamı - Peyami Safa

Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde “kendi kendisi” olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, men*sup olduğu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fikirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İradesi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bilmez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedemediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini kendinde değil, hep dışarıda aradığı bir muayyen bir fikre, bir akideye başka*sının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık ölünceye kadar hiçbir hayatın her şeyi her gün değiştiği hâlde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç âyet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır. İçinde hep sürü insiyaktan teptiği için, şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onu hipnotize eden sakallının adını öğrenmek yetişir. Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır.

Ölçü - Montaigne

İnsan elinde ne illet var ki, dokunduğunu değiştiriyor kendiliğinden iyi ve güzel olan şeyleri bozuyor. İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz, çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Sözcüklerle oynamak diyeceği gelir insanın buna. Felsefenin böyle ince oyunları vardır. İnsan iyiyi severken de, doğru bir işi yaparken de pekala aşırılığa düşebilir. Tanrının dediği de budur: Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır. Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırmayan okçudan daha başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, fazla ışıkta da. Platon'da Kallikles der ki, felsefenin fazlası zarardır. Felsefe bir kerteye kadar iyidir, hoştur yararlı olduğu kerteyi aşacak kadar derinlere gidersek çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu şeyleri küçümseriz; herkesle doğru dürüst konuşmaya, herkes gibi dünyadan zevk almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek, başkalarına da kendimize de hayrımız dokunmayacak bir hale geliriz; boş yere şunun bunun sillesini yeriz.

Kallikles doğru söylüyor çünkü felsefenin fazlası bizim gerçek duygularımızı körletir gereksiz bir inceleme ile bizi doğanın güzel ve rahat yolundan çıkarır.

Değişen Dil Ve İnsan - Montaigne Denemeler

Kitabımı az insanlar ve az yıllar için yazıyorum. Uzun ömürlü olabilmesi için daha sağlam bir dille yazılması gerekirdi. Bizim dilimizin bugüne kadarki sürekli değişmelerine bakılınca, elli yıl sonra şimdiki halinde kalacağını kim umabilir? Her gün elimizden kayıp gidiyor benim yaşadığım yıllar içinde yarı yarıya değişti. Şimdi artık olgunlaştı diyoruz; her çağ kendi dili için öyle der. Hep böyle kaçıp değiştiği sürece ben dilimizin bugünkü halinde kalmasını özlemem. Đyi ve yararlı yazılar onu kendilerine bağlayabilirse bağlar, göreceği rağbet de devletimizin kaderine göre değişir. Onun için kitabıma hiç çekinmeden kişisel birçok yazılar koyuyorum. Bunlar bugün yaşayan insanların işine yaramakla kalır ve orta anlayıştan öte özel bilgileri olan kimi insanları ilgilendirir. Gördüğüm birçokları gibi benim ardımdan da olur olmaz sözler edilmesini istemiyorum doğrusu: Şöyle düşünürdü, böyle yaşardı; şunu ister, bunu istemezdi; ölürken konuşsa buna şunu der, şuna bunu verirdi; onu benden iyi tanıyan yoktu, gibi. Kitabımda edep kurallarının izin verdiği ölçüde eğilimlerimi, sevgilerimi az çok belirtiyorum; bilmek isteyene sözlü olarak daha da serbestçe ve içtenlikle açıklıyorum duyup düşündüklerimi. Ama bakmasını bilen bu anılarımda her şeyi söylediğimi, gösterdiğimi görür.

Görenlere kısacık göstermeler yeter Üst tarafını kendin bulabilirsin. İstenecek, aranıp bulunacak hiçbir şey bırakmıyorum kendimden. Sözüm edilecekse, doğru dürüst, gerçeğe uygun edilmesini istiyorum. Övmek için de olsa beni olduğumdan başka türlü göstermek isteyeni yalanlamak için öbür dünyadan seve seve kalkar gelirim. Yaşayanlardan bile olmadıkları gibi söz edildiğini görmekteyim. Yitirdiğim bir dostumu (La Boetie) var gücümle desteklemeseydim, bin bir türlü suret biçeceklerdi ona.

Birine Yarar Ötekine Zarar - Montaigne Denemeler

Atinalı Demades, cenaze törenleri için gerekli şeyleri satan bir hemşerisini, bu işten fazla kazanç beklediğini, bu kazancın da ancak birçok insanın ölümünden gelebileceğini ileri sürerek mahkum etmiş. Haklı bir yargı denemez buna; çünkü hiçbir kazanç başkasına zarar vermeden sağlanamaz, öyle olunca da her çeşit kazancı mahkum etmek gerekir.

Tüccar, gençliğin sefahata düşmesinden kar sağlar, çiftçi buğdayın pahalanmasından, mimar evlerin yıkılmasından, hukukçu insanların davalı, kavgalı olmasından; din adamlarının şan, onur ve görevleri bile bizim ölümümüze ve kötülüklerimize dayanır. Yunanlı komedya şairi Fhilemon, hiçbir hekim, dostlarının bile sağlığından hoşlanmaz, dermiş, hiçbir asker de yurdundaki barıştan. Daha da kötüsü, herkes içini yoklasa görür ki gizli dileklerimizin birçoğu başkasının zararına doğar ve beslenir.

Öyle sanıyorum ki düşündükçe doğanın genel düzeni hiç şaşmıyor böyle olmaktan: Çünkü fizikçilerin dediğine göre, her şeyin doğması, beslenmesi, çoğalması, başka bir şeyin bozulup çürümesi oluyor: Bir varlık biçim ve nitelik değiştirdi mi O anda yok olur biraz önce var olan.