Dan Brown- KAYIP SEMBOL KİTAP ÖZETİ
Eyfel kulesinin güneye
bakan ayağındaki Otis marka asansör tıka basa doluydu. Turist kalabalığı
arasındaki asık suratlı adam yanındaki çocuğu tepeden tırnağa süzdü: “Yüzün
sararmış gibi duruyor oğlum. Keşke aşağıda bekleseydin.”
Bir yandan heyecanını
yenmeye çalışırken “Yok, iyiyim” diye yanıtladı çocuk. Ardından “ilk duracağı
katta asansörden ineceğim” dedi, “nefes almakta zorlanıyorum” diye ekledi.
****
****
Adam çocuğa doğru eğildi,
şefkatle yanağını okşarken “Bu korkunu yendiğini sanıyordum” diye söylendi.
Çocuk babasını hayal kırıklığına uğrattığı için kendine kızıyordu. Ama
kulaklarındaki uğultu dayanılmaz hale geliyor, tüm öbür kaygılarını ikinci
plana itiyordu: “Nefes alamıyorum, buradan çıkmam lazım.”
Asansörcü ise eklemli
piston ve yapının demir malzemesi hakkında insanları rahatlatıcı bir şeyler
anlatıyordu. Orada uzakta, aşağıda Paris sokakları her istikamette yayılıp
gidiyordu. Çocuk manzarayı seyretmeye yarayan kulenin bir üst kat platformuna
doğru kafasını kaldırarak kendi kendine “az kaldı” diye içinden geçirdi. “Biraz
cesaret.”
****
****
Güzergâhın son
dakikalarında kabin, o ana kadar yan yan gittiği asansör boşluğunda, aniden
doğrularak yere dik karanlık bir tünelde yol alır gibi hareket etmeye koyuldu.
“Baba zannetmiyorum ki…”
diyecekken, tam o sırada kafalarının üstünde ardı ardına gıcırtılar duyulmaya
başladı. Asansör kabini hiç de güven vermeyen bir tarzda titreyerek sarsıldı.
Yerinden kopan bir takım halatlar, çılgın birer yılan gibi havayı dövdü. Çocuk
elini babasına doğru uzattı ve “Baba!” dedi. Çok kısa süreyle ve dehşet içinde
bakıştılar. Ve bütün bunları bir düşüş izledi.
****
****
Robert Langdon zıplayarak
uyandı. Gördüğü kâbusun etkisiyle iyice sarsılmış halde, uyuduğu deri koltuğu
kısmen doğrulttu. Özel bir ticari bir uçak olan ve türbülânslı bir bölgeden
geçmekte olan 2000Ex Falcon uçağının tek yolcusuydu. Dışarıda uçağın
Pratt&Whitney marka motorları uğulduyordu. Her şey yolundaydı.
“Bay Langdon, inişe
geçiyoruz” diyen anons sesini duydu. Bir yandan koltuğunu doğrultmaya devam
ederken, diğer yandan notlarını toparlayıp deri çantasına yerleştirdi. Uykuya
daldığında vereceği Mason sembolleriyle ilgili konferansın metnini gözden
geçiriyordu. Ölmüş babasını rüyasında görmesinin, hemen o sabah uzun zamandır
hamisi olan Peter Solomon’dan aldığı davetle ilgili olduğundan emindi.
“Hayatta asla hayal
kırıklığına uğratmayı istemediğim ikinci insan” diye aklından geçirdi. 58
yasındaki bu hayırsever, tarihçi ve bilim adamı, Langdon’u kanatları altına
alıp babasının bıraktığı boşluğu dolduralı 30 yıl oluyordu. Langdon, sahip
olduğu büyük servet ve ailesinin gücüne rağmen Peter Solomon’dan hep tevazu ve
iyi niyet görmüştü.
****
****
Langdon camdan güneşin
battığını gördü. Buna rağmen dünyanın en büyük obeliski, antik bir güneş saati
kadranının yelkovanı misali uzaktan ufukta fark ediliyordu. 170 metre
yüksekliğindeki anıt, tam da ulusun kalbini oluşturan ve büyük bir itinayla
inşa edilmiş o sokaklar ve binalar geometrisinin tam merkezine oturtulmuştu.
Washington etrafa göklerden bile hissedilen ve mistiğe yakın sayılabilecek bir
güç saçıyor.
Langdon bu kenti çok
seviyordu. Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde bu kentte kendisini
bekleyenleri düşünerek duyduğu hazdan sanki sarhoş gibi oldu. Uçak Washington
Dallas havaalanının özel uçakların yanaştığı kısmına kadar yoluna devam etti.
Langdon, pilotlara teşekkür
edip eşyalarını topladıktan sonra lüks kabinden dışarı çıkarak merdivenleri
indi. Ocak soğuğu heyecanını yatıştırmaya yetti. “Nefes al Robert!” diye
söylenirken özgür havaya ve devasa mekânlara kavuşmuş olmanın mutluluğu içini
doldurdu. Etrafı kaplayan sis tabakası zemine bir bataklık atmosferi veriyordu.
***
****
Bir kadın şarkı söyler gibi
bir sesle dumanların ortasından “Günaydın profesör Langdon” diye seslendi.
“Washington’a hoş geldiniz profesör.” Kafasını kaldırdığında kadının 40 yaşlarında
ve sarışın olduğunu fark etti. Göğsünde bir kokart ve elinde bir blok not,
neşeli bir şekilde kolunu hareket ettiriyordu.
Langdon “Teşekkür ederim!”
diye gülümseyerek karşılık verdi. Oldukça gösterişli bir şekilde “Ben Pam,
şirketin yolcu servisindenim. Lütfen arkamdan gelin. Bir araba sizi bekliyor”
dedi. Birlikte pırıl-pırıl ışıldayan özel jet uçakları ile dolu “İmza” adlı
terminale doğru yöneldiler. Langdon içinden, “zengin ve ünlü kimseler için bir
çeşit taksi durağı” diye geçirdi. Kadın bir an için “Özür dilerim. Semboller ve
dinler hakkında kitaplar yazan Langdon’sunuz değil mi?” diye emin olmak istedi.
Kısa süre tereddüt ettikten sonra evet anlamında kafasını salladı, “Emindim”
dedi kadın. “Üye olduğum kitap kulübünde Kutsal Dişi ve Kilise kitabınızı
görmüştük. O biçim bir skandala yol açmıştınız. Kesin olarak harikaydı. Siz
karınca yuvalarına tekme sallamayı sevenlerdensiniz.”
****
-Niyetim bu değildi.
Kadın Langdon’un işiyle
ilgili konuşulmasından hoşlanmadığını hisseder gibi oldu.
“Özür dilerim. Ben hep
öyleyim. İnsanların sizi tanımasından bıkmış olmalısınız. Ama suç sizde.
Giydiğiniz kıyafet sizi üniforma gibi ele veriyor” diye üsteledi.
“Benim üniformam mı var?”
diye sordu. Her zamanki gibi balıkçı yaka koyu gri renk bir kazak ve Haris
Tweed ceket, kumaş pantolon ve deri mokasen ayakkabı giydiğini fark etti.
Derslerde, konferanslarda, resmi fotoğraflarda ve sosyete gezintilerinde
giydiği standart kıyafet. Kadın ısrarlı, “Kazaklarınız hep modası geçmiş
şeyler. Kravat taksanız çok daha şık dururdu” dedi.
-Söz konusu bile değil.
Aşağı sarkan düğümlerden hoşlanmıyorum.
Phillips Dexter
Akademisi’nde görevli olduğu dönemlerde Langdon haftanın 6 günü kravat takmak
zorundaydı. Üniversitenin rektörü, kravatı ses tellerini sıcak tutmak için
Romalı hatiplerin taktiği “fascalia” denen ipekten boyun bağına benzetip, olaya
romantik bir yorum getirmek istese de, Langdon etimolojik olarak kravat
sözcüğünün acımasız Hırvat paralı askerlerinin boyunlarına sardığı bir tür
fulardan geldiğini biliyordu. Yüzyıllar sonra aynı kıyafet parçası, tıpkı eski
Hırvat paralı askerlerinin düşmanın moralini bozmak üzere taktıkları fularlar
gibi, muharebelerini toplantı salonunda yapan modern savaşçılar için önem
kazanmıştı.
“Tavsiye için çok
teşekkürler. Daha sonra düşüneceğim” diye karşılık verdi.
İyi ki o sırada, koyu renk
kostüm giyen bir adam lüks bir siyah Lincoln otomobilden inip yanlarına geldi.
Aracın kapısını açarken “Bay Langdon. Beltwat Limousine’den Charles.
Emrinizdeyim. Washington’a hoş geldiniz” dedi.
Langton, Pam’a bir bahşiş
bıraktıktan sonra görkemli arabanın arka tarafına yerleşti. Şoför klima
cihazının düğmelerini izah edip, içme suyu ve sıcak muffin pasta isteyip
istemediğini sordu. Birkaç dakika sonra, Lincoln araç özel bir yoldan
havaalanından ayrıldı. “Demek zenginlerin günlük hayatı bu?” diye geçirdi
içinden. Şoför bir yandan Windstock Drive yolunda gaza basıp yol defterini
kontrol ederken öbür yandan telefonla son derece profesyonel bir dille
konuşmaya koyuldu. “Burası Beltway Limousine. Talimatınıza uygun olarak yolcuyu
araca aldığımı teyit ediyorum. Evet misafiriniz Langdon vasıl oldu. Saat 19
sularında Capitole’e indireceğim” diyerek telefonu kapattı.
****
Langdon kendini
gülümsemekten alıkoyamadı. Her zamanki gibi son derece titizdi. Ayrıntılara
dikkat etmek Peter Solomon’un başlıca meziyetlerindendi. Devasa gücünü bu
sayede şaşırtıcı bir rahatlıkla çekip çevirebiliyordu. Tabii ki bir banka
hesabında birkaç milyar dolarının yatması da işini kolaylaştırıyordu.
Havaalanının gürültüleri arkada kalırken, Langdon yumuşak koltuklara gömülüp
gözlerini yumdu. Capitol’e yarım saatlik mesafedeydi ve bu süre düşüncelerine
çeki düzen vermesi için yeterli olacaktı. Sabahtan beri her şey o kadar hızlı
gelişmişti ki, kendisini bekleyen inanması bile güç akşam programını düşünecek
vakti olmamıştı.
Capitol’e 15 kilometre kala
yalnız bir kişi Robert Langdon’u büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder